BU YAZI PAYLAŞIM DEĞİLDİR BİRAZ NOT HAVASINDADIR BTW
Sosyal felsefeci ve psikanalist olarak tanımlayabileceğimiz
Erich Fromm’un temel felsefesini yansıtan bu kitapta özetle insanların
kendilerini göstermelerinin ve tanımlamalarının 2 yolu olduğunu söyler.
İlki kendilerini sahip olduğu şeyler üzerinden tanımlayan
insanlar
İkincisi ise kendilerini salt oldukları üzerinden yani
anıları yaşayan, seven, üzülen, hisseden kısaca tecrübe eden ve ilkine kıyasla
içsel ve ona has olan şeyler ile tanımlayan insanlar.
“Bugün ve burada” deyimiyle tanımlıyor kendisi.
Peki hangisi doğru ? Sezgisel olarak da hissedilebileceği
üzere ikinci daha yakın geliyor. Rasyonel zemine geçersek de ikinicinin neden
doğru olduğunu ilkindeki zayıflıkları göstererek ulaşabiliriz.
Her şeyden önce kendini sahip oldukları üzerinden tanımlayan
insan güçlü bir benlik inşa edememiş ve kolaya kaçmış demektir. Çünkü içsel
inşa zor dışsal inşa ise daha basittir. Sahip olduğum şeyler beni tanımlıyor
ise onları kaybetmem benliğimi kaybetmem demektir, ve en temel içgüdü olan yaşama
içgüdüsü sonucu benliği kaybetmemek için insan sahip olduklarına daha çok
tutunmaya başlar ve böylece sahip olduğu şeyler ona sahip olur. İçinde sürekli
yaşadığı kaybetme korkusu ve daha fazlasını isteme arzusu iki ucu sivri kılıç
gibidir. Bu yolda asılı havuca doğru sonsuza kadar koşarken diğer yandan sahip
olduklarım da hala benimle mi diye telaşa kapılır insan.
Fight Clubda da yukarıdakine benzer, mülk ile ele geçirilen
bedenlerin ve bunun artık sistematikleşmeşi ve normalleşmesi eleştirilir. Diğer
yandan dile işleyecek kadar derinleştiğini de eklemek gerekir. “doktorum çok iyi” diyen bir hasta o kişiyi özne olmaktan
çıkarıp kendi benliğini tamamlayan bir nesneye dönüştürmüştür. Bu çok ufak bir
detay gibi gözükse bile bunun gibi çok farklı cümle kalıplarına dikkat
ettiğinizde durumun ciddiyeti de anlaşılacaktır.
” Sevgiye sahip olmak” “şöyle düşüncelerim var” , “farkl bir bakış
açım var” “anksiyetem var” “alkol
bağımlılığım var”
Şimdi bu söylemlere bakınca göze çok normal geliyordur
muhtemelen. Başka nasıl ifade edilebilir ki diye düşünüp bunda yanlış olan ne
diye düşünüyor insan ama biraz deşince durumun çok da normal olmadığı
söylenebilir.
İlk olarak sahiplik ile belirtilen her düşünce veya hisse
yapılan şeyin onu nesneleştirmek olduğunu kabul etmemiz gerekir. Nesneler ise
değişmez statik şeylerdir. Nesneler evrensel olarak herkes tafaından aynı
anlaşılabilen şeylerdir ama hisler ise 2 insanda bile tamamen aynı olamaz. Çünkü
insanlar elmaya, kaleme, telefona sahip olabilirler duygulara hislere sahip
olamazlar onları sadece tecrübe edebilirler, ve tecrübe kişiye has ve içsel
olan bir şeydir.
Bu tarz özgü ve içsel olan şeyleri nesneleştirmek ona sahip
olan kişileri de doğal olarak bir kalıba sokar. Kendini sahiplendiği şeyler ile
tanımlayan kişinin onları değiştirmesi için önce bırakması gerekir bu da
benliğini bırakması anlamına gelir. Bu tutsaklığın ilk göstergesidir. Kendini
statik nesneler ile tanımlayan insan bir süre sonra statikleşir yani
nesneleşir, ve kendini değiştirmek için tek yolu daha fazla statik şeyi içine
almak yani daha çoğuna sahip olmaktır.
BURAYA KADAR FAZLASIYLA BULANIK YAZMAM BENİM DE FROMM UN
FELSEFESİNİ TAM OLARAK ÇAKAMADAIĞIMI GÖSTERİYOR. ŞİMDİ DAHA DETAYLI VE KİTAPLA
PARALEL NOTLAR ALMAYA KARAR VERDİM
Spinoza fromm a göre modern psikolojinin babasıdır. Yani
psikolojisiyi bilimselleştiren kişidir. Ona göre kişinin ruhsal sağlık veya
bozukluk kişinin yaşam biçimini doğru ilkeye göre kurup kurmamasına bağlıydı.
Doğru ilke ise insan doğası ile uyumlu olan ilkeydi, yani para hırsı, sahip
olma ve şöhret gibi güdülerin esiri olmamak.
Marxın bakışında ise sermaye ile emek arasındaki çatışma
insan ile eşya, olmak ile sahip olmak arasındaki bir çatışmaydı. Kapitalist
sitemde marx, insanların benliklerinin kaybolacağını yani olmak ilkesinden
uzaklaşacaklarını söylüyordu. Çünkü kapitalizmde kişiler, sınıflar insanların
neye sahip olduğu ilkesine göre belirleniyor ve yaşamak için herkesin bu
sisteme dahil olması gerekiyordu. Marx sovyet komünizminin uygulanması ve
batının “herkese zenginlik” şeklindeki kaba maddeci yorumlaması yüzünden yanlış
anlaşılmıştır. Marxın şu sözleri kendi felsefesini daha iyi özetler; “Ne kadar
azsan, yaşamını ne kadar az görkemli kurmuşsan, o kadar çok şeyin var demektir
ve görkemsiz yaşamanı o kadar büyüktür. Ekonomi, senin aşamından ve
insanlığından aldığı şeylerin yerine sana para ve zenginlik verir.”
MARX HAKKINDAKİ EN DOĞU FİKRİ ALMAK İÇİN 198 VE 199.
SAYFALARI OKU
Davranış= maske
karakter=maskenin altında yatan gizli gerçeklik
Freud özellikle çocuklukta bastırılan içgüdüleri çıkartıp
maskenin ardını görmeye çalışıyordu. Çünkü maskeyi ne kadar düzeltirsek
düzeltelim altında yatan karakter asıl önemli olanı ve onu düzeltmek
gerekiyordu. Öbür türlü yanlış bilgileri temel alıp onları mantık ve toplum
yasalarına göre düzenlemeye çalışmak gibiydi ve temele hiç uzanmayan bu çaba
etkisizdi.
Fromma göre bastırılan şeylerden biri de gerçeğin
bilgisidir. Doğuştan insan sarrafı olduğumuzu ama çocukluktan bu yeteneğin
bastırıldığını çünkü toplumun işine gelmediğini söyler ve rüyalarda kendini
gösteren bu bilgilere işaret ederek rüyada, normale kıyasla çok farklı
gördüğümüz kişilere dikkat etmemizi ve onun özünün aslında o olabileceğini
düşünmemizi tavsiye eder.
Yaşamımızdak büyük bir enerjiyi, bildiklerimizi kendimizden
saklayabilmek için onları bastırmaya çalışırken harcarız. “olmak” ile sahip olunan maskelerin de
arkasını görmeye çabalamalı ve her şeyi ardındaki gerçeği algılamaya çalışarak
yorumlamalıyız.
Fromm benim düşüncelerimin aksine bencilliğin her kararda
kendini gösteren bir ilke olmadığını ve insanların her zaman bencil
davranmayacağını söylüyor. “Sahip olmak” ilkesi için temel olan bencillik ve
tembellik durumlarının ise sandıldığı kadar insanda derine işlemiş şeyler
olmadığını ve varolduğumuz andan itibaren “olmak” çabasının bunlardan daha öne
çıktığını, bu dengeyi bozan şeyin ve sahip olma ilkesini daha popüler yapan
şeyin ise endüstrileşmiş toplum olduğunu düşünüyor.
Sahip olmak bir güvenlik ortamı yaratır çünkü sahip
olduğumuz şeyleri tanırız ve bilinmeyenlerden uzağızdır. “eski ve alışılmış”
olan güvenli olandır, bilinmeyen ise güvensiz olandır. Bu durumua rağmen
insanların bilinmeyene yönelmesi içinde dayanılmaz olan olmak ilkesini mi
gösterir yoksa daha çoğa sahip olmak için alınan riski mi gösterir ? Mitolojideki kahraman profiline bakarsak
cevap ilk sçenektir. Kahraman miti, sahip olduğu şeyleri, evini, mülkünü, her
şeyini bırakıp bilinmeyene yönelendir ve insanlar buna hayran kalmıştır. Budizmde
güvenli ortamını ve krallığını terkeden buda, yahudilikte ibrahim ve musa ve
hristiyanlıkta sevgisi hariç hiçbir şeyi olmayan isa kahramanlardır.
Ne kadar istesek de korkumuzdan kahramanın yaptıklarını
yapamaz ve bahanemiz ile Kahramanın yaptığı ona özgü kalır diyip onu yücelterek
bunun insanüstü olduğunu söyleyip kendimizi tatmin ederiz. Bunun sonucu
kahraman gerçekten gözümüzde ilahlaşır ve başta korkumuzu yenip yapabileceğimiz
şey şimdi ilahlara has bir fikre dönüşür. Bu kısır döngü her oluştuğunda daha
da kırılmaz duruma gelmiştir. AFERİN LAN
ÇOK GÜZEL ÖZETLEDİN AMK MALI HEHE
Ama sahip olunan şeylerin güven verdiği fikri yanılsamadır.
Çünkü o nesneler illa ki bir gün yitirilecektir. Önce mal mülk sonra onla gelen
sosyal statü ve dostlar gidecektir. Bu kaçınılmaz sonun yaşattığı korku ortamı
nasıl güvenli olabilir ? Halbuki olan insan için yani kahraman için sahip
olduğu şeyler acı kayıpla gitmekten ziyade kendi arzusu ile gitmiştir bile.
Çünkü gözünde değerli olan onlar değildir ve o benliğini sahip oldukların
bağlamamıştır.
Toplumlardaki insanlar yasalara sadece korktukları için
uymamalı aynı zamanda ona uymaya istekli de olmalılardır. Kilise ve devlet bunu
birlikte yapmışlardır. Devletin itaatsizliğinin günah olduğunu gösteren ahlaki
bir dayanağa, kilisenin ise kurallarını gerçekleştirebilecek bir otoriteye
hitiayacı vardı. Bu birleşme sonucu insanlar itaat etmediklerinde yalnızca
cezalandırılmıyor aynı zamanda suçluluk duygusunu da yaşıyordu. Bu durumda
itaat yani hzurlu ve iyi oluşumuz aktivite ile değil değil pasif bir itaat ile
otoriteden adeta ödül olarak verilen bir şeye dönüşür.
FROMM BURADAN SONRA YENİ BİR TOPLUMUN KURULMASI ÜZERİNE DÜŞÜNÜYOR
Devrimlerin hayal kırıklığı olmasındaki önemli sebep devrimi
yapan insanların da devirim yapma sebebleri olan sistemi kuran insanlar ile
aynı ihtiras, hırs ve benlik duygusuna sahip olmalarıdır. Eskisini yıktıktan
sonra yeni inşa ettikleri de temelde eski ile aynı olduğu görülür. Bunu fransız
ve rus devriminde gördük. (Burada benzerlik ile kastedilen şey yüzeysel olan
komünizm- kapitalizm gibi ayrımlar değildir, daha derindeki motivasyonlardır)
Bu noktada insan neden bir sisteme ihtiyaç duyar sorusuna cevap bulmamız
gerekir. Evrimin gösterdiği üzere bir hayvandaki gelişmişlik ile içgüdüsü yani
güdüsel tepkilerinin toplamı arasında negatif bir ilişki ve aynı zamanda özgür
düşünce ile pozitif bir ilişkisi vardır. İnsan bu gelişmişliğin tepesinde
olduğu için programlanmış güdüsü ve düşüncesinin sınırı en az olan hayvandır.
Bu da insanı her kararında çıplak bırakır diyebiliriz. Çünkü hiçbir hayvanda
olmadığı üzere çok daha fazla kararı üzerinde çok daha fazla seçenek arasından
seçim yapmak zorundadır, ve bunun sorumluluğunu da alır. Bu sebeple insanın
hayatını mümkün kılması için iyisiyle kötüsüyle bir sisteme muhtaç kaldığımız
ortadadır. Sistem hem düşüncelerimizi kalıplara sokar ve karar verirken bize
ipuçları verir hem de insanlarla bir arada olup onlarla anlaşmamız bize
kararlarımızın doğru olduğu yönünde güven verir.
Batı dünyası dindar mıydı ? Hristiyanlığın temelinde sevgi
ve barış olduğunu biliyoruz. Ama batı dünyası tarihi sömürüler savaşlar ve
soykırımların yani yok etmenin tarihidir. Bu anlamda dinleri hristiyanlık da
olsa yoketmeye inandıkları kesin. Buna arşıt olarak yukarıdaki insanların bu
eğilimde olduğu ve çoğunluğu oluşturan halkın böyle olmadığı öne sürülebilir.
Ama halk desteği olmasa bu kadar sömürü ve savaş da olmazdı.
“Artık insanlar kendi yaşamları ve mutlulukları için değil,
en iyi biçimde satılabilmek için uğraşır olmuşlardır.”
Fromm marxın “yabancılaşmış karakter” ine benzeyen “Pazar
karakteri” tanımını kullanıyor. Endüstri toplumunda benliği yok olup gitmiş
kişiler için kullandığı bu tanımın içini temel olarak duygulardan arınmış ve
makine gibi çalışan verimlilik odaklı bir zeka ile dolduruyor. Bu zeka tehlikeli
ve grileşmiştir. Bu zekayı bilim insanlarında görmek mümkün. Verileri
düşünmekten işe yaramaz duyguları üzerine düşünmeyi çoktan unutmuş ve onu
kısırlaştırmış bir insan. Bu tezi 21.yy
da da şiddetlenerek geçerliliğini koruyor. Hızla akan toplumdaki çark görevi
gören insanın duyguları üzerine mesai harcamaya ne enejrisi ne de vakti var, bu
sebeple deşarj olamayan zihin depresyon, uzun süreli mutsuzluk, anlamsızlık
gibi halleri ile içeride patlayan duyguların sinyalini veriyor.
Daha geniş açıdan bakınca kendimizi soyutlamaya ve dünyaya
duygusal tepkilerle bakma yeteneğimizden uzaklaşmaya devam ettiğimiz sürece
durum kötüleşecek ve bu en zayıf ve güçsüz anımızda kendimizi bilimsel ve
teknik gelişmelere kaptırıp, en güçlüymüşüz yanılgısı içinde boğulmamız bu kötülşemeyi
farketmek bile zor olacak.
Fromm son olarak nüfus artışı, çevreye ve duygularını
duyarsız yokedici ve otoriter yapıdaki insan figürü ve onun yarattığı toplumu
değiştirmenin, bunun için ise insanın değişmesi yani sahip olan insandan olan
insana geçmesi gerektiğini bir kez daha belirtip bu düşüncesi sonucu her şeyin
daha iyi olacağını kabul ettiğimizi varsayarak son sorusu olan “peki bu nasıl
olacak” kısmını geçiyor.
Özetle budanın 4 yüce gerçeği ve marxın uzun vade ideline
benzettiği üzere şu önkoşullar sonucu insanın değişebilieceğini söylüyor;
insanın acı çektiğini bilmesi, gerçekten neden acı çektiğinin de bilmesi, bu
bunalımı atlatmacak yol imkan olmak, acıları aşabilmek için yaşam pratiğimizi
kökünden değiştirmek. Marx ın da kendi felsefesini bu rota ile kurduğunu ve
amacının ekonomik sistemi değil insanı değiştirmek olduğunu söyler. Marx ilk
olarak en çok acı çektiğinin düşündüğü işçi sınıfını seçip onlara çektikleri
acıyı gösterdi, sonra neden acı çektiklerini söyledi ki bu kapitalizmdi, daha
özü ile sahip olma hırsıydı, sonra bu acıların sebebpleri ortadan kaldırılınca
geçeçbileceğini söyleyip insanlara bir umut verdi.