1 Mayıs 2021 Cumartesi

Gerçek Da Vinci Bu Diil

Vinci’li leonardo için 18 yılını geçirdiği Floransa’dan kaçma vakti gelmişti. Kendini kabul ettireceğini düşündüğü Milano yeni hedefiydi ve bunun için dük Ludovico Sforza’ya tam 14 sayfalık bir CV yollamıştı. Çok yönlü bir “Rönesans Adamı” arketipinde olan leonardo her zamanki maymun iştahıyla onu da yaparım, bunu da yaparım, yol da yaparım, köprü de yaparım diye sayıp saydırmıştı 14 sayfa boyunca ve CV’nin en sonuna bir cümle daha eklemişti: “Ayrıca, resimde de mümkün olan her şeyi yapabilirim.”

“Sağ ayağına 500 sayfalık roman yazılır, ama roman 'Ve O bir solaktı!' diye bitirilir” şeklindeki Hagi övgüsü kokan bu girişi yapma sebebim, aslında herkesin sadece bir ressam olarak tanıdığı leonardonun çapının ne olduğunu göstermekti. Tarihin en spekülatif karakterlerinden biri olan leonardo doğal olarak yanında bir sürü çöp bilgiyi de sırtlamıştı. Bir tarafta onu Allah yapanlar varken diğer tarafta ise onu “mona lisayı resmeden adam” şeklinde indirgeyenler vardı. Hayır, leonardo ikisi de değildi tabi ki.

Peki o gerçekten kimdi ?

Her zaman söylediğim gibi; bir şeyin ne olduğunu bilmek için önce onun ne olmadığını kavramak gerekir. Çünkü sahip olunan yanlış bilgileri kırmak, hiç bilmemeye kıyasla  öğrenme sürecini çok daha zora sokar. Bu bağlamda ilk olarak “leonardo kimdir ?” sorusu yerine “leonardo kim değildir ?” sorusunu sormak gerekiyor. Ben de araştırmaya başlarken youtube’da veya bazı blog sitelerinde resmen clickbait uğruna kasılmış abartı bilgilerle karşılaştım. Kronolojik bilgiye geçmeden önce birkaç tokat atarak başlamak istiyorum.

İlk olarak şunu unutmamak gerek; leonardo kusursuz değildi, hatalar yaptı. Hiçbir sonuca ulaşmadığı şeylerle boşa zaman harcadı.

Sanıldığı gibi bir mucit değildi; Tank, helikopter, dalgıç kıyafeti, ölümcül silahlar, devasa mızrak gibi kendisine atfedilen icatların çoğu tasarımsal boyuttan ibaretti. Hiçbiri işlevsel değildi. Emin olun, onun yaptığı dalgıç kıyafeti ile dalmak istemezdiniz. Yine devasa mızrağı birkaç yıl önce bilim adamları tarafından defterlerindeki tarife göre üretilip test edildi ve o da başarısız olmuştu. Kendisine savaş mühendisi demesine rağmen kayıtlara geçen sadece bir tane işlevsel silah üretimi olmuştu, o da diğer silahların yolunu açacak olan bir tabancaydı


            Dalgıç kıyafeti tasarımı                            İlkel helikopter tasarımı

Beceremediği şeyler de olmuştu; Resmi bir eğitim almadığı için özellikle matematik ve geometri konusunu bir türlü çözememişti, diğer yandan latinceye çok çalışmış da olsa istediği seviyede ilerletememişti.

Üretken değildi; Belki de en ironik olanı bu başlık olacak. “Gelmiş geçmiş en meraklı insan” olarak bile tanımlanabilen bu deha nasıl olur da üretken olmaz? Bunun asıl sebebi leonardonun kusursuzu aramasıydı ve sürekli yeni şeylere aç olmasıydı. Onun için bilmek yapmaktan çok önemliydi, çünkü artık biliyordu ve yapmakla vakit kaybetmek yerine yeni şeyler öğrenebilirdi. Bu özelliği onu o yapan şeydi. Daha üretken olsa siparişlerini zamanında tamamlayıp çok daha fazla para kazanıp kendi atölyesini kurabilir ve hayalindeki şeyleri yapacak finansal gücü olabilirdi. Ama bu sefer de o şeyleri hayal eden bir leonardo olmayacaktı. Bu sebeple bugün leoanrdoya etfedilebilir azami 15 tablo ve birkaç küçük heykel var.

Onu bugün konuşuyoruz olma sebebimiz her şeyden önce çok yönlü kişiliği, bilgi aşkı, saplantılı merakı ve dehasıydı. Anatomi, optik, uçan makineler, jeoloji, mimari, resim, müzik, silahlar, kuşlar, kalp, fosiller, sahne oyunları, mühendislik onun ilgi alanlarından sadece birkaç tanesiydi. Bu disiplinlerin bağzılarına yönelme sebebi başlangıçta, ulaştığı bilgileri tablosuna yansıtmaktı. Mesela Mona Lisa’nın o tebessümü için birçok kadavrada saatlerini harcayarak dudağı harekete geçiren yüz kaslarını teker teker incelemişti. Benzer şekilde, Aziz Jerome’in çaresiz suratını bu kadar diri yansıtabilmesi; floransa sokaklarında bir köşeye geçip insanların jest ve mimiklerini saplantılı şekilde saatlerce incelemesi sayesindeydi. Hatta ilgisini çeken absürd suratlıları daha detaylı inceleyebilmek için tanışıp evine akşam yemeğine davet eder ve gizlice daha yakından incelemeye devam ederdi. Sırf gülüşlerindeki hareketleri gözlemlemek için bu insanlara şakalar yapardı. Yine optik, anatomi, mimari gibi bilimlere merakı, mükemmeliyetçiliğini tablolarına yansıtma çabasının sonucuydu. Tabi bu durum merakın sadece başlangıcıydı, bazı dallarda artık amaç resim yerine o alanın kendisi ve leonardonun dizginlenemez merakına evrilmişti. O kısaca dünyada bilinebilecek herşeyi sadece bilmek adına bilmeyi istiyordu.

Benim de zatıali gibi bir kere bilmek yetti galiba, daha çok yazasım gelmedi. Son olarak saplanlatılı kişiliğini yansıtmak için 7200 sayfası günümüze ulaşan eskiz ve notlarından 1 sayfacık paylaşıyorum. 7199 ve günümüze ulaşmayan kısmını siz düşünün.



Şimdi de 2/C sınıfından ben piç leo şiirimi okuyacağım. Öhüm.

Piçlerin Çağı Rönesans'ta geldi
Babası bile onu sahiplenmedi

Sanatına hamur çıkarmak için
Ekmeğini çomar köylüye pay etti 

Kimsesiz bir piçti ama 
Mediccilerin metresini elinde oyuncak etti

Dur lan bu olmadı daha kısa bi şiir okuyacağım

Derler ki leo ibneymiş
Nolmuş sanki sizi mi sikmiş ?

Teşekkürler

10 Ocak 2021 Pazar

Bir Başkadır veya Değildir

Bir insan bilgisiz ve hiç düşünmeden salt akıl ile nelere muktedir olabilir diye bir senedir okumuyorum ve beynimi ekonomik modda tutuyorum. Sonuç ? Sonuç bi sike muktedir olamazmış. Bunu da yazmayı unuttum mu diye kendimi kontrol etmek amacıyla yazıyorum. Dalacağım konu ise okyanus ama ben boyumu aşan yere gelmeden 2 kulaç atıp dönerim muhtemelen.

                Ben Netflix yapımı eserlere; türbanlılara bakan izmirli+kedili+dul+atatürkçü teyzeler gibi bakarım. Tepeden ağzımı eğerek ve mümkün olduğunca yaklaşmadan. Çünkü netflix yarattığı filmlerde genelde sinema yapmaz, Pazarda tüketilmek adına ürün yapar. Eh, tüketim toplumu da “aç, tüket, at” şeklindeki bir döngüde olduğu için netflix kısa ve çerezlik dizileri yapar, izlenir, yükselir, solar ve gider. Hiçbir zaman yıllarca konuşulacak bir eser yapmaz. Çünkü Netflix bir Tarkovsky veya Woody Allen değildir, kar amaçlı bir kuruluştur. Sanat da arz-talep üzerine yapılmaz hatta sanat tam tersine kimsenin göremediği görüp işleyebilmektir.

                Yüce türk milleti de zaten Tarkovski izleyip, Çaykovski dinleyip, Dostoyevski okumaz. En fazla Levondovski izler

                Peki, 15  tl ye herkesin abone olabileceği ve içinde sanat bile olmayan bu Netflixi neden boy boy storylerimizde gösterme ihtiyacı duyuyoruz ? Neden hatunla gittiğiniz kampta karavanın içinden yansıtılan projeksiyonda kocaman netflix logosu hayali kuruyoruz ? Mal mısınız olm; 32.gün izleyin, kolpaçino izleyin, levent kırca- fatih altaylı kavgasını falan izleyin. Kavganın tamamını bulursanız linki bana da atın hatta.

Bu netflix story atma olayı, starbucks bardağı taşımadaki alt metin ile aynı aslında. Yok tabi ki de bu dalgalara girmeyeceğim. Strabucks eleştirileri de çok sıktı, onlardan birini alın her starbucks yazan yerde netflix yazıyor gibi okuyun sonuca ulaşırsınız.

                Benim ise gelmek istediğim yer Netflix’in yayınladığı Berkun Oya’nın yazıp yönettiği “Bir Başkadır” dizisi. Yukarıda neden netflixi eleştirdim ve bu dizi ile ne bağı var da bunu yaptım bilmiyorum ama siz bu yazıyı part 1- part 2 gibi düşünün. Bu dizi yukarıda yazdıklarımın tamamını silebilecek bir dizi ama onun da aslında bir netflix projesi olmaktan ziyade Beykun Oya’nın sanatı olduğunu hatırlatmak gerek.

                Bu diziyi şu günlerde hepimiz her yerde “sikiyim artık bu ne” diyecek seviyede görüyoruz. Ama deme, netflix ve türk dizisi algısını kırıp izlemeye değecek bir dizi.

                Ben direk dizi analizi kasmaya geçicem, izlemeyenler elveda, izleyenler kemerlerini taksın. Part 2 ye geçiyoruz

Herkesin de anladığı gibi dizi Türkiye’nin gayet alışkın olduğu iki kutubu anlatıyor; laik ve dindar kesim. Aklınıza üsküdardan kadıköye vapurla geçen inince de töbe töbe diye gezen türbanlı teyzeler gelmesin, bu daha derin. Burada ilk göze çarpan nokta Türk dizilerinde bu iki kesmi teraziyi herhangi bir tarafa kaydırmadan işleyebilen başka bir dizinin olmayışı. Berkun Oya, dizideki her karakterin iç dünyasına bizi sokabilmiş ve o kişileri tüm çıplaklığıyla bize hissettirebilmiş. Dizi büyük bir Türkiye resmi sunuyor. Tabii her detayı ile değil; bazıları tozlanmış ve eskimiş detaylar bazıları ise herkesin rastlamadığı detaylar. Ama asıl başarılardan biri de dizinin işleyişinin yanında seyirciyi de herhangi bir tarafa kaydırmayışı ve diziyi adeta ilahi bakış açısından izleyebilme imkanı sunması.

                Dizideki sterotipler de ayrı bir başarı; Uğradığı tecavüzden dolayı kafayı yemiş bir köylü kadın, türbanlı ve dindar nefreti ile dolu ve inanma ihtiyacını şamanizm enerji vs gibi şeylerle dolduran robert çıkışlı beyaz bir türk, erkek egemenliğin ve cehaletin vücut bulduğu bir adam, eski ile yeni arasında tıkılı kalmış, evde türbanlı gezen ama gece kulüplerinde kendini bulan bir genç kız, köyden kente göçmüş bir kürt aile... Say say bitmez. Bu karakterlerden birini bile çıkarmak zorken hepsini tek dizide çıkarmak üstelik bunları çatıştırmak, diyaloga sokmak, bağ kurmak çok büyük bir başarı.

               

Son olarak kamera açıları ve ortam seçimlerine değinmeden geçemem. KUSURSUZ. Mesela sahne sahne o köy evinin duvarlarını çekişi ile “bu bir dizi değil tamamen realisttir bak bunlar da örnekleri” diyor resmen. Her sterotipi kendi habitatına uygun ortamı yerleştirebilmek için ise büyük emek harcadığını düşünüyorum çünkü oradaki bir uyumsuzluk hemen göze batar. Dindar aile loş ışıkta eski püskü köy evlerinde küçük televizyonlarında dizi izleyip çay-poğaça akışı içindeyken laik aile modern evlerinde duvarlarını kitaplıklarla doldurmuş ve bir yandan tabletlerine bakıp edebi şeylerle takılırken bir yandan aynı diziyi geniş ekran led televizyonlarında izliyorlar. Parça parça bunlar kolay gibi gelse de bir bütünlüğü sağlayabilme açısından büyük bir başarı.

Kısaca düşüncem; Ezhel’in Türkçe rape yaptığı şey ne ise Berkun Oya da türk sinemasına onu yapacak gibi yani ölüyü diriltecek.

                Göze batan kısma gelmek gerekirse; 2020 türkiyesinde artık böyle kutuplar yok. Bu yönetmenin eksikliği değil çünkü projesi galiba en az 10 senelik. 2020 de özel olarak aramadığınız sürece türbanlılara nefret kusan teyzeleri pek göremezsiniz. Ayrıca ne laik kesim dizide gösterildiği kadar eğitimlidir ne de dindar kesim o kadar cahildir. Bu fark eskiden vardı doğru ama artık çoktan kapandı, çünkü kutupların arası, çoğu kutuplaşmada olduğu gibi zaman içinde insanlarca dolduruldu ve yerini yeni konulara bıraktı.

                Aha yazının tam burasında en azından bir eleştiri daha yazıyım diye kendimi kastım ama bulamadım. Eleştirmen de değilim ama hemen eleştirmen tribi başladı, eksik bulmak için kafayı yiyordum. Yok kanka güzel dizi başka eleştirim yok. 2.sezon yok mu olm Berkun ?

Berkuuun ?

24 Temmuz 2020 Cuma

Kitap Notları-1: Sahip Olmak ya da Olmak



BU YAZI PAYLAŞIM DEĞİLDİR BİRAZ NOT HAVASINDADIR BTW

Sosyal felsefeci ve psikanalist olarak tanımlayabileceğimiz Erich Fromm’un temel felsefesini yansıtan bu kitapta özetle insanların kendilerini göstermelerinin ve tanımlamalarının 2 yolu olduğunu söyler.
İlki kendilerini sahip olduğu şeyler üzerinden tanımlayan insanlar
İkincisi ise kendilerini salt oldukları üzerinden yani anıları yaşayan, seven, üzülen, hisseden kısaca tecrübe eden ve ilkine kıyasla içsel ve ona has olan şeyler ile tanımlayan insanlar.
“Bugün ve burada” deyimiyle tanımlıyor kendisi.
Peki hangisi doğru ? Sezgisel olarak da hissedilebileceği üzere ikinci daha yakın geliyor. Rasyonel zemine geçersek de ikinicinin neden doğru olduğunu ilkindeki zayıflıkları göstererek ulaşabiliriz.
Her şeyden önce kendini sahip oldukları üzerinden tanımlayan insan güçlü bir benlik inşa edememiş ve kolaya kaçmış demektir. Çünkü içsel inşa zor dışsal inşa ise daha basittir. Sahip olduğum şeyler beni tanımlıyor ise onları kaybetmem benliğimi kaybetmem demektir, ve en temel içgüdü olan yaşama içgüdüsü sonucu benliği kaybetmemek için insan sahip olduklarına daha çok tutunmaya başlar ve böylece sahip olduğu şeyler ona sahip olur. İçinde sürekli yaşadığı kaybetme korkusu ve daha fazlasını isteme arzusu iki ucu sivri kılıç gibidir. Bu yolda asılı havuca doğru sonsuza kadar koşarken diğer yandan sahip olduklarım da hala benimle mi diye telaşa kapılır insan.
Fight Clubda da yukarıdakine benzer, mülk ile ele geçirilen bedenlerin ve bunun artık sistematikleşmeşi ve normalleşmesi eleştirilir. Diğer yandan dile işleyecek kadar derinleştiğini de eklemek gerekir. “doktorum çok iyi” diyen bir hasta o kişiyi özne olmaktan çıkarıp kendi benliğini tamamlayan bir nesneye dönüştürmüştür. Bu çok ufak bir detay gibi gözükse bile bunun gibi çok farklı cümle kalıplarına dikkat ettiğinizde durumun ciddiyeti de anlaşılacaktır.
” Sevgiye sahip olmak”  “şöyle düşüncelerim var” , “farkl bir bakış açım var”  “anksiyetem var” “alkol bağımlılığım var”
Şimdi bu söylemlere bakınca göze çok normal geliyordur muhtemelen. Başka nasıl ifade edilebilir ki diye düşünüp bunda yanlış olan ne diye düşünüyor insan ama biraz deşince durumun çok da normal olmadığı söylenebilir.
İlk olarak sahiplik ile belirtilen her düşünce veya hisse yapılan şeyin onu nesneleştirmek olduğunu kabul etmemiz gerekir. Nesneler ise değişmez statik şeylerdir. Nesneler evrensel olarak herkes tafaından aynı anlaşılabilen şeylerdir ama hisler ise 2 insanda bile tamamen aynı olamaz. Çünkü insanlar elmaya, kaleme, telefona sahip olabilirler duygulara hislere sahip olamazlar onları sadece tecrübe edebilirler, ve tecrübe kişiye has ve içsel olan bir şeydir.
Bu tarz özgü ve içsel olan şeyleri nesneleştirmek ona sahip olan kişileri de doğal olarak bir kalıba sokar. Kendini sahiplendiği şeyler ile tanımlayan kişinin onları değiştirmesi için önce bırakması gerekir bu da benliğini bırakması anlamına gelir. Bu tutsaklığın ilk göstergesidir. Kendini statik nesneler ile tanımlayan insan bir süre sonra statikleşir yani nesneleşir, ve kendini değiştirmek için tek yolu daha fazla statik şeyi içine almak yani daha çoğuna sahip olmaktır.
BURAYA KADAR FAZLASIYLA BULANIK YAZMAM BENİM DE FROMM UN FELSEFESİNİ TAM OLARAK ÇAKAMADAIĞIMI GÖSTERİYOR. ŞİMDİ DAHA DETAYLI VE KİTAPLA PARALEL NOTLAR ALMAYA KARAR VERDİM


Spinoza fromm a göre modern psikolojinin babasıdır. Yani psikolojisiyi bilimselleştiren kişidir. Ona göre kişinin ruhsal sağlık veya bozukluk kişinin yaşam biçimini doğru ilkeye göre kurup kurmamasına bağlıydı. Doğru ilke ise insan doğası ile uyumlu olan ilkeydi, yani para hırsı, sahip olma ve şöhret gibi güdülerin esiri olmamak.
Marxın bakışında ise sermaye ile emek arasındaki çatışma insan ile eşya, olmak ile sahip olmak arasındaki bir çatışmaydı. Kapitalist sitemde marx, insanların benliklerinin kaybolacağını yani olmak ilkesinden uzaklaşacaklarını söylüyordu. Çünkü kapitalizmde kişiler, sınıflar insanların neye sahip olduğu ilkesine göre belirleniyor ve yaşamak için herkesin bu sisteme dahil olması gerekiyordu. Marx sovyet komünizminin uygulanması ve batının “herkese zenginlik” şeklindeki kaba maddeci yorumlaması yüzünden yanlış anlaşılmıştır. Marxın şu sözleri kendi felsefesini daha iyi özetler; “Ne kadar azsan, yaşamını ne kadar az görkemli kurmuşsan, o kadar çok şeyin var demektir ve görkemsiz yaşamanı o kadar büyüktür. Ekonomi, senin aşamından ve insanlığından aldığı şeylerin yerine sana para ve zenginlik verir.”
MARX HAKKINDAKİ EN DOĞU FİKRİ ALMAK İÇİN 198 VE 199. SAYFALARI OKU

Davranış= maske               karakter=maskenin altında yatan gizli gerçeklik
Freud özellikle çocuklukta bastırılan içgüdüleri çıkartıp maskenin ardını görmeye çalışıyordu. Çünkü maskeyi ne kadar düzeltirsek düzeltelim altında yatan karakter asıl önemli olanı ve onu düzeltmek gerekiyordu. Öbür türlü yanlış bilgileri temel alıp onları mantık ve toplum yasalarına göre düzenlemeye çalışmak gibiydi ve temele hiç uzanmayan bu çaba etkisizdi.
Fromma göre bastırılan şeylerden biri de gerçeğin bilgisidir. Doğuştan insan sarrafı olduğumuzu ama çocukluktan bu yeteneğin bastırıldığını çünkü toplumun işine gelmediğini söyler ve rüyalarda kendini gösteren bu bilgilere işaret ederek rüyada, normale kıyasla çok farklı gördüğümüz kişilere dikkat etmemizi ve onun özünün aslında o olabileceğini düşünmemizi tavsiye eder.
Yaşamımızdak büyük bir enerjiyi, bildiklerimizi kendimizden saklayabilmek için onları bastırmaya çalışırken harcarız.  “olmak” ile sahip olunan maskelerin de arkasını görmeye çabalamalı ve her şeyi ardındaki gerçeği algılamaya çalışarak yorumlamalıyız.

Fromm benim düşüncelerimin aksine bencilliğin her kararda kendini gösteren bir ilke olmadığını ve insanların her zaman bencil davranmayacağını söylüyor. “Sahip olmak” ilkesi için temel olan bencillik ve tembellik durumlarının ise sandıldığı kadar insanda derine işlemiş şeyler olmadığını ve varolduğumuz andan itibaren “olmak” çabasının bunlardan daha öne çıktığını, bu dengeyi bozan şeyin ve sahip olma ilkesini daha popüler yapan şeyin ise endüstrileşmiş toplum olduğunu düşünüyor.

Sahip olmak bir güvenlik ortamı yaratır çünkü sahip olduğumuz şeyleri tanırız ve bilinmeyenlerden uzağızdır. “eski ve alışılmış” olan güvenli olandır, bilinmeyen ise güvensiz olandır. Bu durumua rağmen insanların bilinmeyene yönelmesi içinde dayanılmaz olan olmak ilkesini mi gösterir yoksa daha çoğa sahip olmak için alınan riski mi gösterir ?  Mitolojideki kahraman profiline bakarsak cevap ilk sçenektir. Kahraman miti, sahip olduğu şeyleri, evini, mülkünü, her şeyini bırakıp bilinmeyene yönelendir ve insanlar buna hayran kalmıştır. Budizmde güvenli ortamını ve krallığını terkeden buda, yahudilikte ibrahim ve musa ve hristiyanlıkta sevgisi hariç hiçbir şeyi olmayan isa kahramanlardır.
Ne kadar istesek de korkumuzdan kahramanın yaptıklarını yapamaz ve bahanemiz ile Kahramanın yaptığı ona özgü kalır diyip onu yücelterek bunun insanüstü olduğunu söyleyip kendimizi tatmin ederiz. Bunun sonucu kahraman gerçekten gözümüzde ilahlaşır ve başta korkumuzu yenip yapabileceğimiz şey şimdi ilahlara has bir fikre dönüşür. Bu kısır döngü her oluştuğunda daha da kırılmaz duruma gelmiştir.  AFERİN LAN ÇOK GÜZEL ÖZETLEDİN AMK MALI HEHE
Ama sahip olunan şeylerin güven verdiği fikri yanılsamadır. Çünkü o nesneler illa ki bir gün yitirilecektir. Önce mal mülk sonra onla gelen sosyal statü ve dostlar gidecektir. Bu kaçınılmaz sonun yaşattığı korku ortamı nasıl güvenli olabilir ? Halbuki olan insan için yani kahraman için sahip olduğu şeyler acı kayıpla gitmekten ziyade kendi arzusu ile gitmiştir bile. Çünkü gözünde değerli olan onlar değildir ve o benliğini sahip oldukların bağlamamıştır.
Toplumlardaki insanlar yasalara sadece korktukları için uymamalı aynı zamanda ona uymaya istekli de olmalılardır. Kilise ve devlet bunu birlikte yapmışlardır. Devletin itaatsizliğinin günah olduğunu gösteren ahlaki bir dayanağa, kilisenin ise kurallarını gerçekleştirebilecek bir otoriteye hitiayacı vardı. Bu birleşme sonucu insanlar itaat etmediklerinde yalnızca cezalandırılmıyor aynı zamanda suçluluk duygusunu da yaşıyordu. Bu durumda itaat yani hzurlu ve iyi oluşumuz aktivite ile değil değil pasif bir itaat ile otoriteden adeta ödül olarak verilen bir şeye dönüşür.
FROMM BURADAN SONRA YENİ BİR TOPLUMUN KURULMASI ÜZERİNE  DÜŞÜNÜYOR
Devrimlerin hayal kırıklığı olmasındaki önemli sebep devrimi yapan insanların da devirim yapma sebebleri olan sistemi kuran insanlar ile aynı ihtiras, hırs ve benlik duygusuna sahip olmalarıdır. Eskisini yıktıktan sonra yeni inşa ettikleri de temelde eski ile aynı olduğu görülür. Bunu fransız ve rus devriminde gördük. (Burada benzerlik ile kastedilen şey yüzeysel olan komünizm- kapitalizm gibi ayrımlar değildir, daha derindeki motivasyonlardır) Bu noktada insan neden bir sisteme ihtiyaç duyar sorusuna cevap bulmamız gerekir. Evrimin gösterdiği üzere bir hayvandaki gelişmişlik ile içgüdüsü yani güdüsel tepkilerinin toplamı arasında negatif bir ilişki ve aynı zamanda özgür düşünce ile pozitif bir ilişkisi vardır. İnsan bu gelişmişliğin tepesinde olduğu için programlanmış güdüsü ve düşüncesinin sınırı en az olan hayvandır. Bu da insanı her kararında çıplak bırakır diyebiliriz. Çünkü hiçbir hayvanda olmadığı üzere çok daha fazla kararı üzerinde çok daha fazla seçenek arasından seçim yapmak zorundadır, ve bunun sorumluluğunu da alır. Bu sebeple insanın hayatını mümkün kılması için iyisiyle kötüsüyle bir sisteme muhtaç kaldığımız ortadadır. Sistem hem düşüncelerimizi kalıplara sokar ve karar verirken bize ipuçları verir hem de insanlarla bir arada olup onlarla anlaşmamız bize kararlarımızın doğru olduğu yönünde güven verir.
Batı dünyası dindar mıydı ? Hristiyanlığın temelinde sevgi ve barış olduğunu biliyoruz. Ama batı dünyası tarihi sömürüler savaşlar ve soykırımların yani yok etmenin tarihidir. Bu anlamda dinleri hristiyanlık da olsa yoketmeye inandıkları kesin. Buna arşıt olarak yukarıdaki insanların bu eğilimde olduğu ve çoğunluğu oluşturan halkın böyle olmadığı öne sürülebilir. Ama halk desteği olmasa bu kadar sömürü ve savaş da olmazdı.
“Artık insanlar kendi yaşamları ve mutlulukları için değil, en iyi biçimde satılabilmek için uğraşır olmuşlardır.”
Fromm marxın “yabancılaşmış karakter” ine benzeyen “Pazar karakteri” tanımını kullanıyor. Endüstri toplumunda benliği yok olup gitmiş kişiler için kullandığı bu tanımın içini temel olarak duygulardan arınmış ve makine gibi çalışan verimlilik odaklı bir zeka ile dolduruyor. Bu zeka tehlikeli ve grileşmiştir. Bu zekayı bilim insanlarında görmek mümkün. Verileri düşünmekten işe yaramaz duyguları üzerine düşünmeyi çoktan unutmuş ve onu kısırlaştırmış bir insan.   Bu tezi 21.yy da da şiddetlenerek geçerliliğini koruyor. Hızla akan toplumdaki çark görevi gören insanın duyguları üzerine mesai harcamaya ne enejrisi ne de vakti var, bu sebeple deşarj olamayan zihin depresyon, uzun süreli mutsuzluk, anlamsızlık gibi halleri ile içeride patlayan duyguların sinyalini veriyor.
Daha geniş açıdan bakınca kendimizi soyutlamaya ve dünyaya duygusal tepkilerle bakma yeteneğimizden uzaklaşmaya devam ettiğimiz sürece durum kötüleşecek ve bu en zayıf ve güçsüz anımızda kendimizi bilimsel ve teknik gelişmelere kaptırıp, en güçlüymüşüz yanılgısı içinde boğulmamız bu kötülşemeyi farketmek bile zor olacak.

Fromm son olarak nüfus artışı, çevreye ve duygularını duyarsız yokedici ve otoriter yapıdaki insan figürü ve onun yarattığı toplumu değiştirmenin, bunun için ise insanın değişmesi yani sahip olan insandan olan insana geçmesi gerektiğini bir kez daha belirtip bu düşüncesi sonucu her şeyin daha iyi olacağını kabul ettiğimizi varsayarak son sorusu olan “peki bu nasıl olacak” kısmını geçiyor.
Özetle budanın 4 yüce gerçeği ve marxın uzun vade ideline benzettiği üzere şu önkoşullar sonucu insanın değişebilieceğini söylüyor; insanın acı çektiğini bilmesi, gerçekten neden acı çektiğinin de bilmesi, bu bunalımı atlatmacak yol imkan olmak, acıları aşabilmek için yaşam pratiğimizi kökünden değiştirmek. Marx ın da kendi felsefesini bu rota ile kurduğunu ve amacının ekonomik sistemi değil insanı değiştirmek olduğunu söyler. Marx ilk olarak en çok acı çektiğinin düşündüğü işçi sınıfını seçip onlara çektikleri acıyı gösterdi, sonra neden acı çektiklerini söyledi ki bu kapitalizmdi, daha özü ile sahip olma hırsıydı, sonra bu acıların sebebpleri ortadan kaldırılınca geçeçbileceğini söyleyip insanlara bir umut verdi.







10 Mart 2020 Salı

Çinli Virüs ve Devletler

    İlk olarak sonrası hakkında öngörülerde bulunabilmek için öncesi ile ilgili bilgilerimizi tazelememiz gerekiyor. 21.yy bir anlamda neoliberal bakışın ve bireyselliğin önce çıktığı, bir anlamda “laissez-faire laissez-passer” düşüncesinin yavaş yavaş kendini olgunlaştırdığı, buna uymayan devletlerin piyasa ve kendi halkı tarafından küçüklü büyüklü protestolara maruz kaldığı, sonuç olarak bu sebeple gerilediği bir çağ oldu. Milenyum sonrası 20 yılda göze çarpan bir diğer durum ise politik ve ekonomik anlamda hayli karmaşıklaşan bir global sistem karşısında aciz ve yetersiz kalan bireylerin söylem siyaseti yapan karizmatik liderlere bağının iyice artması oldu.

  Koronavirüsün ansızın ortaya çıkması sonucunda refah ve zenginliğin de etkisiyle hiç olmadığı kadar değerli ve hassas olarak görülen insan hayatı toplumu ciddi anlamda endişeye soktu. 2019 aralık ayına kadar devletlerin aldığı vergiyi, paternal devlet anlayışını, kısıtlanan özgürlükleri eleştiren toplumsal düşünceler hızla evrilmeye başladı. İnsanlar gün sonu raporlarındaki artan sayıları gördükçe kendi vatandaşı olduğu devlete daha totaliter ve kuralcı davranması için adeta yalvarıyordu. Bu talep neoliberal akışı tamamen tersine döndürür oldu ve gelecek yazarlarının, toplum inşacılarının, köşe yazarlarının, politik danışmanların vb. bugüne kadar kafalrında kurduğu gelecek tasvirlerini tam anlamıyla yıktı.

  Bir diğer açıdan ise bugüne kadar alınan vergiler ile neden daha güçlü sağlık sistemlerinin kurulmadığı ve bugüne kadar neden sağlık konusunda daha ciddi ve önleyici araştırmaların yapılmadığı sorgusu da beraberinde geldi. Sağlığın daha özel olduğu devletlerde ise sağlık sigortalarının önemi ve daha temel olarak sağlık gibi önemli bir konuda devletin daha fazla söz hakkı ve güce sahip olması gerektiği fikirleri özelleşen sağlık görüşüne darbe vurdu.

  Son olarak korona virüs süreci ve sonucu olarak durma noktasına gelen ekonomiler, kapanan fabrikalar, astronomik oranlarda artan işssizlik oranları vb. insanlara bir kere daha “sosyal devlet nerede?” sorusunu sordurdu. Buna cevabı vergileri çarçur eden devletler değil halkı için fon oluşturan devletler gayet güzel verdi. Bu soru gelecekteki modern devletler adına kült bir soru olarak yorumlanmalıdır. Çünkü devletin yapısı ile ilgili temel sorulardan biri onun sosyal veya liberal olması sorusudur. Ondan sonra diğer fonksiyonları ile biraz daha özel anlamda şekillenmeye başlar. Son olarak burada da bugüne kadar gelen akışın tam tersi yönünde bir yönelim olduğu aşikardır.

  Sonuç olarak, bu 3 temel başlık ve detaylı olarak incelebilecek bir sürü alt başlık bize tek bir şey gösteriyor; Totaliter devletlere geri dönüyoruz ve söylem siyaseti yerine iş yapan vergilerin hesabını verebilen “sosyal devlet” olmayı becerebilen yöneticilere olan talep artacak. Bunun dışında birbirine incecik bir iple bağlanan sağlık ve ekonomi ayaklarının ne kadar önemli olduğu ve bu 2 ayakla beraber yürümeyi başaran devletlerin daha öne çıkacağını da söyleyebiliriz.

25 Mart 2019 Pazartesi

Ahlak Üzerine - 0

 Medeniyet taklittir. Hiçbir insanda doğal olarak bulunmayan şeyin, toplumun kafasında kurduğu ideal insanın taklididir. 'Ahlak' kavramının seküler kesim tarafından imasıdır .

'İnsan' ol diye edilen sitemler 'medeni ol' demek istetiği için ironik değil midir ? Çünkü insan dediğimiz şey doğal olarak medeni/taklitçi değildir.

Hayvanlar ne yapsa normal kabul ediyoruz, kabul etmek zorundayız. "eee hayvanın doğası bu" diyoruz. Çünkü eğer doğa ile kastettiğimiz şey dışında mistik bir şey yoksa başka bir seçeneğimiz yok. (Var olduğu ihtimale geleceğim.) .
Peki evrimsel süreçte diğer hayvanlardan farklı olarak gelişimi beyin yönünde yoğunlaşmış olan (ama sonuçta bir hayvan olan) insanın tamamen o beyninin ürünü olan eylemlerini neden doğal kabul etmiyoruz ?
Neden insanın bazı eylemleri için "doğası bu" diyemiyor ve o eylemi yanlış olarak sınıflandırabiliyoruz ?

Hiç yavru ceylana acıyan bir aslan gördün mü ? Veya üreme yöntemi tecavüz olan kedilerden bir kedinin çıkıp 'ayıp yahu' dediğini ?

Ya insan neden bazı şeyleri ayıplar, ve neden daha doğrusu neye dayanarak 'medeniyet' dediği şeyi talep edebilir ? Eğer doğasında yoksa ve doğa dışında hiçbir şey yoksa insanda nasıl medeniyet denen ve derinlerde bir yerde 'ahlak' denmek istenen bir şey vardır veya olmalıdır ?

Eğer her şey doğalsa ve doğadan geliyorsak ahlaklı olmak (yani doğal olan durumu reddedip medeni rolüne bürünmek) için bir sebebimiz var mı ?
En önemlisi neyin iyi neyin kötü olduğunu öğrenebileceğimiz bir kaynağımız/referansımız var mı ?


Bu sorulara etik felsefesinde,
Jeremy Bentham toplumun toplam faydası için dedi,
Stuart Mill bireyi de es geçmeyen bir toplumun toplam faydası için dedi,
Kant ödev olduğu için dedi,
Aristoteles erdemli olan budur dedi.
Feminist hiç eksik kalır mı canım. O da feminist etik diye bir şeyler salladı.
Ama hiçbiri kapsayıcı olup temeli sağlayamadı. Çünkü bunlara hasiktir diyecek adamın 'iyi de neden' sorusuna cevap vermeye yeterli değillerdi.

Ya ahlaksız da olabiliriz, ahlak ve medeniyet hakkında söylenen her şey kuru gürültüden ibarettir ya da her şey doğal değildir ve doğa üstü bir yol göstericimiz/rehberimiz vardır.

Ne dersin ?


//Bu da öyle cöp bir yazıdır buraya kadar geldiysen tebrikler, eksi 5 dakika kazandın.



5 Mart 2019 Salı

Tertemiz İnsanlar

Son 2 3 gündür internette dolanan, simitçi bir dayının tüm simitlerini alan ve 5 tl de fazladan para verip sözüm ona çok kıral bir iyilik yapan adamın videosunu görmüşsünüzdür belki,

Video çekme niyeti zerre samimi olmayan bu adama ve türevlerine zaten ne desem boşa yorulurum.
Asıl bunu izleyip 'vay be insanlık ölmemiş yaaa' ayağı yapanları sahneye alalım ..

Siz, gösteri toplumunu rahat koltuklarından izleyip alkışlayarak ona prim verenler,

İnsanlığını ve vicdanını bu kadar ucuza besleyip kendini ve çevresini kandırmaya çalışanlar,

Siz, yaptığı yardımları her yerde anlatan, change.org'da duyar dolu bir konuya imza atan, 'Bakın ne kadar da iyi bir insanım eheheh'  diye düşünüp mastürbasyon yapanlar,

Aynaya bakınca gerçekten ne görüyorsunuz ?

Siz çoooook büyük kötülükler yaptınız/yapıyorsunuz, kendinizi ne iki simitle, ne duyarlı gözüken tavırlarınızla, ne de iyiliklere alkış tutarak aklayamazsınız.

Her gün şahit olduğunuz iğrenç olaylarda koşup yardım etmek yerine korkup yüz çevirerek 'aman tadımız kaçmasın' diye düşünenler de siz değil misiniz yahu ?

Hepiniz bu kadar iyiyseniz kim ulan bu kötüler ? Hani neredeler ?
Hepiniz Omelas'ı terk ettiyseniz şehir neden insan kaynıyor ha ?

Neyse ben aynaya bakmaya gidiyorum. Hallelujah.





2 Şubat 2019 Cumartesi

Zayıflıklar, Bahaneler

Kendini hiç çıkmazda hissettin mi ?
Neden böyleyim diye kafayı yerken cevabın zerresine ulaşamadığın oldu mu ?
Kaybettin mi hiç özsaygını, özsevgini ?

2 yıldır git gelli yaşıyorum. Her gidişin bir kendini kandırma ve her gelişin daha sert daha acı olduğunu bile bile yaşıyorum.

Uyum sağlayamıyorum, topluma adapte olamıyorum, bazen okula gidemiyorum.
En kötüsü derdimi anlatamıyorum bu her derdime "senden beteri var" ayağı yapıp beni avuttuğunu sanan gerizekalılar yüzünden.
Eee biz çok mu iyiyiz sanki diyip gerçekten iyi olan ikiyüzlüler yüzünden
"Ergen misin yav eheheh" diyen ama berkacanla ayrıldığında 3 ay kendine gelemeyenler yüzünden

Konuşamıyorum, içimde patlatıyorum her acımı

Ve böylece çürüyorum

Varolmak çok acı ulan, nasıl dayanıyosunuz ?

Hayattaki gördüklerime katlanamıyorum
Benle aynı şeyleri görüp "amaan bana mı kaldı" diyenlere dayanamıyorum
İnsan sürülerinin hayata uyup akıp gitmelerini anlamlandıramıyorum

Ya gerçekten doğrudan zayıfım ya da zayıfım diye kendimi kandırdığım için dolaylı yoldan zayıfım

Ama Lostdaki smoke dan bile beter, karanlık birşeylerin olduğunu biliyorum içimde
Bu yazının bile onu beslediğini biliyorum

Ama ne yapacağımı hiç bilmiyorum. Susuyorum.
Yüzümü çeviriyorum her acıdan, her mutsuz müzikten, her son dakika haberinden. Ama saklambaçta sayarken iki parmağının arasını hafif açıp gözüyle dışarıya süzen çocuk gibi açıyorum gözlerimi gizlice, dur lan nolacak diyip

Kafamı sikiyim, iyigünler