24 Temmuz 2020 Cuma

Kitap Notları-1: Sahip Olmak ya da Olmak



BU YAZI PAYLAŞIM DEĞİLDİR BİRAZ NOT HAVASINDADIR BTW

Sosyal felsefeci ve psikanalist olarak tanımlayabileceğimiz Erich Fromm’un temel felsefesini yansıtan bu kitapta özetle insanların kendilerini göstermelerinin ve tanımlamalarının 2 yolu olduğunu söyler.
İlki kendilerini sahip olduğu şeyler üzerinden tanımlayan insanlar
İkincisi ise kendilerini salt oldukları üzerinden yani anıları yaşayan, seven, üzülen, hisseden kısaca tecrübe eden ve ilkine kıyasla içsel ve ona has olan şeyler ile tanımlayan insanlar.
“Bugün ve burada” deyimiyle tanımlıyor kendisi.
Peki hangisi doğru ? Sezgisel olarak da hissedilebileceği üzere ikinci daha yakın geliyor. Rasyonel zemine geçersek de ikinicinin neden doğru olduğunu ilkindeki zayıflıkları göstererek ulaşabiliriz.
Her şeyden önce kendini sahip oldukları üzerinden tanımlayan insan güçlü bir benlik inşa edememiş ve kolaya kaçmış demektir. Çünkü içsel inşa zor dışsal inşa ise daha basittir. Sahip olduğum şeyler beni tanımlıyor ise onları kaybetmem benliğimi kaybetmem demektir, ve en temel içgüdü olan yaşama içgüdüsü sonucu benliği kaybetmemek için insan sahip olduklarına daha çok tutunmaya başlar ve böylece sahip olduğu şeyler ona sahip olur. İçinde sürekli yaşadığı kaybetme korkusu ve daha fazlasını isteme arzusu iki ucu sivri kılıç gibidir. Bu yolda asılı havuca doğru sonsuza kadar koşarken diğer yandan sahip olduklarım da hala benimle mi diye telaşa kapılır insan.
Fight Clubda da yukarıdakine benzer, mülk ile ele geçirilen bedenlerin ve bunun artık sistematikleşmeşi ve normalleşmesi eleştirilir. Diğer yandan dile işleyecek kadar derinleştiğini de eklemek gerekir. “doktorum çok iyi” diyen bir hasta o kişiyi özne olmaktan çıkarıp kendi benliğini tamamlayan bir nesneye dönüştürmüştür. Bu çok ufak bir detay gibi gözükse bile bunun gibi çok farklı cümle kalıplarına dikkat ettiğinizde durumun ciddiyeti de anlaşılacaktır.
” Sevgiye sahip olmak”  “şöyle düşüncelerim var” , “farkl bir bakış açım var”  “anksiyetem var” “alkol bağımlılığım var”
Şimdi bu söylemlere bakınca göze çok normal geliyordur muhtemelen. Başka nasıl ifade edilebilir ki diye düşünüp bunda yanlış olan ne diye düşünüyor insan ama biraz deşince durumun çok da normal olmadığı söylenebilir.
İlk olarak sahiplik ile belirtilen her düşünce veya hisse yapılan şeyin onu nesneleştirmek olduğunu kabul etmemiz gerekir. Nesneler ise değişmez statik şeylerdir. Nesneler evrensel olarak herkes tafaından aynı anlaşılabilen şeylerdir ama hisler ise 2 insanda bile tamamen aynı olamaz. Çünkü insanlar elmaya, kaleme, telefona sahip olabilirler duygulara hislere sahip olamazlar onları sadece tecrübe edebilirler, ve tecrübe kişiye has ve içsel olan bir şeydir.
Bu tarz özgü ve içsel olan şeyleri nesneleştirmek ona sahip olan kişileri de doğal olarak bir kalıba sokar. Kendini sahiplendiği şeyler ile tanımlayan kişinin onları değiştirmesi için önce bırakması gerekir bu da benliğini bırakması anlamına gelir. Bu tutsaklığın ilk göstergesidir. Kendini statik nesneler ile tanımlayan insan bir süre sonra statikleşir yani nesneleşir, ve kendini değiştirmek için tek yolu daha fazla statik şeyi içine almak yani daha çoğuna sahip olmaktır.
BURAYA KADAR FAZLASIYLA BULANIK YAZMAM BENİM DE FROMM UN FELSEFESİNİ TAM OLARAK ÇAKAMADAIĞIMI GÖSTERİYOR. ŞİMDİ DAHA DETAYLI VE KİTAPLA PARALEL NOTLAR ALMAYA KARAR VERDİM


Spinoza fromm a göre modern psikolojinin babasıdır. Yani psikolojisiyi bilimselleştiren kişidir. Ona göre kişinin ruhsal sağlık veya bozukluk kişinin yaşam biçimini doğru ilkeye göre kurup kurmamasına bağlıydı. Doğru ilke ise insan doğası ile uyumlu olan ilkeydi, yani para hırsı, sahip olma ve şöhret gibi güdülerin esiri olmamak.
Marxın bakışında ise sermaye ile emek arasındaki çatışma insan ile eşya, olmak ile sahip olmak arasındaki bir çatışmaydı. Kapitalist sitemde marx, insanların benliklerinin kaybolacağını yani olmak ilkesinden uzaklaşacaklarını söylüyordu. Çünkü kapitalizmde kişiler, sınıflar insanların neye sahip olduğu ilkesine göre belirleniyor ve yaşamak için herkesin bu sisteme dahil olması gerekiyordu. Marx sovyet komünizminin uygulanması ve batının “herkese zenginlik” şeklindeki kaba maddeci yorumlaması yüzünden yanlış anlaşılmıştır. Marxın şu sözleri kendi felsefesini daha iyi özetler; “Ne kadar azsan, yaşamını ne kadar az görkemli kurmuşsan, o kadar çok şeyin var demektir ve görkemsiz yaşamanı o kadar büyüktür. Ekonomi, senin aşamından ve insanlığından aldığı şeylerin yerine sana para ve zenginlik verir.”
MARX HAKKINDAKİ EN DOĞU FİKRİ ALMAK İÇİN 198 VE 199. SAYFALARI OKU

Davranış= maske               karakter=maskenin altında yatan gizli gerçeklik
Freud özellikle çocuklukta bastırılan içgüdüleri çıkartıp maskenin ardını görmeye çalışıyordu. Çünkü maskeyi ne kadar düzeltirsek düzeltelim altında yatan karakter asıl önemli olanı ve onu düzeltmek gerekiyordu. Öbür türlü yanlış bilgileri temel alıp onları mantık ve toplum yasalarına göre düzenlemeye çalışmak gibiydi ve temele hiç uzanmayan bu çaba etkisizdi.
Fromma göre bastırılan şeylerden biri de gerçeğin bilgisidir. Doğuştan insan sarrafı olduğumuzu ama çocukluktan bu yeteneğin bastırıldığını çünkü toplumun işine gelmediğini söyler ve rüyalarda kendini gösteren bu bilgilere işaret ederek rüyada, normale kıyasla çok farklı gördüğümüz kişilere dikkat etmemizi ve onun özünün aslında o olabileceğini düşünmemizi tavsiye eder.
Yaşamımızdak büyük bir enerjiyi, bildiklerimizi kendimizden saklayabilmek için onları bastırmaya çalışırken harcarız.  “olmak” ile sahip olunan maskelerin de arkasını görmeye çabalamalı ve her şeyi ardındaki gerçeği algılamaya çalışarak yorumlamalıyız.

Fromm benim düşüncelerimin aksine bencilliğin her kararda kendini gösteren bir ilke olmadığını ve insanların her zaman bencil davranmayacağını söylüyor. “Sahip olmak” ilkesi için temel olan bencillik ve tembellik durumlarının ise sandıldığı kadar insanda derine işlemiş şeyler olmadığını ve varolduğumuz andan itibaren “olmak” çabasının bunlardan daha öne çıktığını, bu dengeyi bozan şeyin ve sahip olma ilkesini daha popüler yapan şeyin ise endüstrileşmiş toplum olduğunu düşünüyor.

Sahip olmak bir güvenlik ortamı yaratır çünkü sahip olduğumuz şeyleri tanırız ve bilinmeyenlerden uzağızdır. “eski ve alışılmış” olan güvenli olandır, bilinmeyen ise güvensiz olandır. Bu durumua rağmen insanların bilinmeyene yönelmesi içinde dayanılmaz olan olmak ilkesini mi gösterir yoksa daha çoğa sahip olmak için alınan riski mi gösterir ?  Mitolojideki kahraman profiline bakarsak cevap ilk sçenektir. Kahraman miti, sahip olduğu şeyleri, evini, mülkünü, her şeyini bırakıp bilinmeyene yönelendir ve insanlar buna hayran kalmıştır. Budizmde güvenli ortamını ve krallığını terkeden buda, yahudilikte ibrahim ve musa ve hristiyanlıkta sevgisi hariç hiçbir şeyi olmayan isa kahramanlardır.
Ne kadar istesek de korkumuzdan kahramanın yaptıklarını yapamaz ve bahanemiz ile Kahramanın yaptığı ona özgü kalır diyip onu yücelterek bunun insanüstü olduğunu söyleyip kendimizi tatmin ederiz. Bunun sonucu kahraman gerçekten gözümüzde ilahlaşır ve başta korkumuzu yenip yapabileceğimiz şey şimdi ilahlara has bir fikre dönüşür. Bu kısır döngü her oluştuğunda daha da kırılmaz duruma gelmiştir.  AFERİN LAN ÇOK GÜZEL ÖZETLEDİN AMK MALI HEHE
Ama sahip olunan şeylerin güven verdiği fikri yanılsamadır. Çünkü o nesneler illa ki bir gün yitirilecektir. Önce mal mülk sonra onla gelen sosyal statü ve dostlar gidecektir. Bu kaçınılmaz sonun yaşattığı korku ortamı nasıl güvenli olabilir ? Halbuki olan insan için yani kahraman için sahip olduğu şeyler acı kayıpla gitmekten ziyade kendi arzusu ile gitmiştir bile. Çünkü gözünde değerli olan onlar değildir ve o benliğini sahip oldukların bağlamamıştır.
Toplumlardaki insanlar yasalara sadece korktukları için uymamalı aynı zamanda ona uymaya istekli de olmalılardır. Kilise ve devlet bunu birlikte yapmışlardır. Devletin itaatsizliğinin günah olduğunu gösteren ahlaki bir dayanağa, kilisenin ise kurallarını gerçekleştirebilecek bir otoriteye hitiayacı vardı. Bu birleşme sonucu insanlar itaat etmediklerinde yalnızca cezalandırılmıyor aynı zamanda suçluluk duygusunu da yaşıyordu. Bu durumda itaat yani hzurlu ve iyi oluşumuz aktivite ile değil değil pasif bir itaat ile otoriteden adeta ödül olarak verilen bir şeye dönüşür.
FROMM BURADAN SONRA YENİ BİR TOPLUMUN KURULMASI ÜZERİNE  DÜŞÜNÜYOR
Devrimlerin hayal kırıklığı olmasındaki önemli sebep devrimi yapan insanların da devirim yapma sebebleri olan sistemi kuran insanlar ile aynı ihtiras, hırs ve benlik duygusuna sahip olmalarıdır. Eskisini yıktıktan sonra yeni inşa ettikleri de temelde eski ile aynı olduğu görülür. Bunu fransız ve rus devriminde gördük. (Burada benzerlik ile kastedilen şey yüzeysel olan komünizm- kapitalizm gibi ayrımlar değildir, daha derindeki motivasyonlardır) Bu noktada insan neden bir sisteme ihtiyaç duyar sorusuna cevap bulmamız gerekir. Evrimin gösterdiği üzere bir hayvandaki gelişmişlik ile içgüdüsü yani güdüsel tepkilerinin toplamı arasında negatif bir ilişki ve aynı zamanda özgür düşünce ile pozitif bir ilişkisi vardır. İnsan bu gelişmişliğin tepesinde olduğu için programlanmış güdüsü ve düşüncesinin sınırı en az olan hayvandır. Bu da insanı her kararında çıplak bırakır diyebiliriz. Çünkü hiçbir hayvanda olmadığı üzere çok daha fazla kararı üzerinde çok daha fazla seçenek arasından seçim yapmak zorundadır, ve bunun sorumluluğunu da alır. Bu sebeple insanın hayatını mümkün kılması için iyisiyle kötüsüyle bir sisteme muhtaç kaldığımız ortadadır. Sistem hem düşüncelerimizi kalıplara sokar ve karar verirken bize ipuçları verir hem de insanlarla bir arada olup onlarla anlaşmamız bize kararlarımızın doğru olduğu yönünde güven verir.
Batı dünyası dindar mıydı ? Hristiyanlığın temelinde sevgi ve barış olduğunu biliyoruz. Ama batı dünyası tarihi sömürüler savaşlar ve soykırımların yani yok etmenin tarihidir. Bu anlamda dinleri hristiyanlık da olsa yoketmeye inandıkları kesin. Buna arşıt olarak yukarıdaki insanların bu eğilimde olduğu ve çoğunluğu oluşturan halkın böyle olmadığı öne sürülebilir. Ama halk desteği olmasa bu kadar sömürü ve savaş da olmazdı.
“Artık insanlar kendi yaşamları ve mutlulukları için değil, en iyi biçimde satılabilmek için uğraşır olmuşlardır.”
Fromm marxın “yabancılaşmış karakter” ine benzeyen “Pazar karakteri” tanımını kullanıyor. Endüstri toplumunda benliği yok olup gitmiş kişiler için kullandığı bu tanımın içini temel olarak duygulardan arınmış ve makine gibi çalışan verimlilik odaklı bir zeka ile dolduruyor. Bu zeka tehlikeli ve grileşmiştir. Bu zekayı bilim insanlarında görmek mümkün. Verileri düşünmekten işe yaramaz duyguları üzerine düşünmeyi çoktan unutmuş ve onu kısırlaştırmış bir insan.   Bu tezi 21.yy da da şiddetlenerek geçerliliğini koruyor. Hızla akan toplumdaki çark görevi gören insanın duyguları üzerine mesai harcamaya ne enejrisi ne de vakti var, bu sebeple deşarj olamayan zihin depresyon, uzun süreli mutsuzluk, anlamsızlık gibi halleri ile içeride patlayan duyguların sinyalini veriyor.
Daha geniş açıdan bakınca kendimizi soyutlamaya ve dünyaya duygusal tepkilerle bakma yeteneğimizden uzaklaşmaya devam ettiğimiz sürece durum kötüleşecek ve bu en zayıf ve güçsüz anımızda kendimizi bilimsel ve teknik gelişmelere kaptırıp, en güçlüymüşüz yanılgısı içinde boğulmamız bu kötülşemeyi farketmek bile zor olacak.

Fromm son olarak nüfus artışı, çevreye ve duygularını duyarsız yokedici ve otoriter yapıdaki insan figürü ve onun yarattığı toplumu değiştirmenin, bunun için ise insanın değişmesi yani sahip olan insandan olan insana geçmesi gerektiğini bir kez daha belirtip bu düşüncesi sonucu her şeyin daha iyi olacağını kabul ettiğimizi varsayarak son sorusu olan “peki bu nasıl olacak” kısmını geçiyor.
Özetle budanın 4 yüce gerçeği ve marxın uzun vade ideline benzettiği üzere şu önkoşullar sonucu insanın değişebilieceğini söylüyor; insanın acı çektiğini bilmesi, gerçekten neden acı çektiğinin de bilmesi, bu bunalımı atlatmacak yol imkan olmak, acıları aşabilmek için yaşam pratiğimizi kökünden değiştirmek. Marx ın da kendi felsefesini bu rota ile kurduğunu ve amacının ekonomik sistemi değil insanı değiştirmek olduğunu söyler. Marx ilk olarak en çok acı çektiğinin düşündüğü işçi sınıfını seçip onlara çektikleri acıyı gösterdi, sonra neden acı çektiklerini söyledi ki bu kapitalizmdi, daha özü ile sahip olma hırsıydı, sonra bu acıların sebebpleri ortadan kaldırılınca geçeçbileceğini söyleyip insanlara bir umut verdi.